Bazı kadınlar, bir bardak suyu yalnızca susadıkları için değil; içlerinden geçip giden adı konmamış ağırlıkları hafifletmek, dile gelmeyen cümleleri içlerinde taşımanın yorgunluğunu biraz olsun seyreltmek için içerlerdi. Elleriyle suyu tutuşlarında bir dikkat, bir niyet, bir dua vardı. Suyu içmeden önce kısa bir duraksamayla, sanki içlerinden geçenleri suya emanet eder gibi kavuşturdukları avuçlarına bırakırlardı. Öyle ki bu anlar yalnızca bir alışkanlık değil kuşaktan kuşağa aktarılan bir hafızanın devamı gibiydi. O kadın da böyle içerdi suyunu; kalbinde ne varsa suyla hafifletir, içinden gelenleri ama diline gelemeyenleri suya bırakır, sonra suyu içerek kendini biraz daha hafiflemiş, seyrelmiş hissederdi.
İçi daraldığında elinde bir bardak suyla mutfakta duraksayan torunu ise bu alışkanlığın anlamını çok sonra anladı. Çocukken sabah uyanır uyanmaz rüyasını anlatmak için yanına gittiğinde anneannesi onu eteklerine oturtur, sakin sakin başlardı konuşmaya “Rüyanı suya anlat, aksın gitsin, suya dönsün şifayı bulsun.” derdi ve bir bardağa su koyardı. Suya anlatılan rüyalar suyla birlikte gider sanırdı çocuk. Suya anlatılanların içeride kalan ne kadar ağırlık varsa hafiflettiğini başka hayatlarda, başka mutfaklarda anladı. Bazı şeyleri öğretmek için anlatmaya gerek yoktur, çocuklukta anlatılmadan da öğrenilir.
Kadın bir gün, ansızın öldü.
Ardında vedalaşılmış bir boşluk değil hâlâ evin duvarlarında dolaşan bir varlık, yastıklara sinmiş bir sıcaklık ve cam aralıklarından sızan bir tür yokluğu bırakarak gitti. O sabah, evin penceresini ilk torunu açtı çünkü içeride kalmış bir şeyin, adını koyamadığı bir nefesin dışarı çıkması gerekiyordu. Yaz kurağında pencereden giren serin rüzgârla birlikte o da fark etti ki kadının yaşarken yaptığı her küçük hareket; perdeyi toplaması, yastığı düzeltmesi, çayı ocağa koyması, susarak birine bakması aslında sıradan alışkanlıklar değilmiş; evin hafızasında yer etmiş, sessizce bırakılan miraslarmış.
Bu kadın hiçbir zaman kendisine “şifacı” demedi. Zaten ona kimse de öyle demedi ama mahallede kimin başı ağrısa ona uğrar, kimin kalbi kırılmışsa onun balkonuna çıkmak isterdi. Kimin çocuğu ateşlenmişse “bir elini alsın” diye onun adını anardı çünkü onun elleri, sözlerinden önce ulaşırdı insana. Şifa olmak için çok şey söylemezdi, birinin alnına koyduğu eli ya da iki dudağının arasındaki kelimesiz bir nefesi, bir duası bile yeterdi ve aslında o şifanın çok az şeyle ama çok yerinden verilmesi gerektiğini bilen kadınlardan biriydi. Ocağında şifa tüterdi.
Her bayram arifesinde mutfağa girerdi. Sıcaktan kavrulurdu hiç de sevmezdi ama yine de saatlerce pişi yapar, torbasına doldurur, mahalleye tabak tabak dağıtırdı. “Âdettendir” derdi ama torunu bilirdi ki onun için bu yalnızca âdet değil; kızgın yağda cızırdayan her hamurda kendi çocukluğundan kalma bir sadelik, mahalleye dağılan her kokuya sinmiş bir kadim iyilik vardı. Çünkü bazı kadınlar bayramı kutlamazdı yalnızca; onu başkalarının evine de götürerek şenletirdi.
Zaman zaman ağladığı olurdu anneannesinin ama kavaklar kesildiği gün ağlaması aklından hiç çıkmazdı. Bir ağacın kaybı onun için sadece gölgenin değil bir serinliğin, bir mirasın, bir canın bir nefesin de gidişiydi. Kavakların olduğu yerde artık sessizlik, kuru sıcak vardı ama o sessizlik dahi onun gözlerinden süzülen yaşlar kadar gürültülüydü. O gün torun; doğanın da yas tuttuğunu, bir kadın ağlarken toprağın da susabileceğini, bazen gövdesi kesilmiş bir ağacın bile bir hafıza gibi sızlayabileceğini fark etti. O günden sonra daraldığında göğe değil gövdelere baktı hep. Bir ağacın dalına, yaprağına, nefesine...
Anneannesinin evinde en sevdiği yer, bahçeye bakan arka odadaki balkondu. Balkona kadar uzanan kiraz dallarının altına uzanır, bazen canı çeker o dallardan sarkarak kiraz toplardı. Anneannesi ise içeriden izlerdi. Bazen “Dikkat et.” der bazen de hiç konuşmadan serçelere bakar, ardından sessizce gider çay koyardı. Çünkü bazı sabahlar, kuş sesi sadece bir ses değildir; bazı sabahlar, bir kadının içinden taşan dua, kuşlara binerek gelir ve o evde her sabah kuşlar öter, serçeler şakırdı.
Uyuyan birini gördüğünde gider üstünü örterdi. Battaniye bulamazsa seccadesini sererdi üstüne. Bunu da ağır ağır yapardı hep. Sanki uyuyanın üstüne dua ederdi. Örttükten sonra da hep köşesine geçer “Uyuyanın üstüne kar yağar.” der ve susardı, içine çekilirdi.
Torunu o sözü önce sadece güzel bir söz sanmıştı ama şimdi her yalnız gece o cümleyi sanki üstüne çekiyordu. O cümledeki kar; ilgisizliğin, korunmasızlığın, unutulmuşluğun soğuk sesiydi belki de. Anneannesi bunu hep biliyordu.
Son yıllarda sık sık tekrarlamaya başlamıştı: “Allah’ım, canımı almadan aklımı alma.”
Bu duayı ne zaman ettiğini soran olmamıştı çünkü onu tanıyan herkes bilirdi ki onun isteği hep dimdik, hatırlayan, bilen bir hâlde kalmaktı ve öyle de oldu. Ne yatağa düştü ne kimseye yük oldu. Bir sabah çayını içti, penceresini açtı, dualarını etti ve sanki ölümü de kendi elleriyle hazırlamış gibi gitti. O gün eve hüzün çöktü. Ağırlık yoktu çünkü onun yokluğu bile hafifti. O her şeyin fazlasını zaten yaşarken bırakmıştı.
Şimdi torunu; pişi kokmayan bir mutfakta, serçesiz bir balkonda, kiraz ağaçlarının salınmadığı bir şehirde yaşıyor ama bazı sabahlar eline bir bardak su aldığında içinden geçenleri farkında olmadan bekletiyor. Bazen hiç konuşmadan suya bakıyor bazen yutkunmadan önce bir dua fısıldıyor kendine çünkü bazı kadınlar yalnızca torun bırakmaz. Bazı kadınlar bir dil bırakır; bir yavaşlık, bir merhamet biçimi, bir alışkanlık, bir hafıza…
Ve o yüzden artık o da suyu içmeden önce durup bekliyor, içinden geçenleri suya emanet ediyormuş gibi susuyor, sonra yavaşça içiyor.
Çünkü artık o da
bir kadının sessizliğinden şifa almayı bilen,
kar yağmasın diye uyanık kalmayı öğrenmiş bir kadın oluyor.
04.08.2025
