Logo

GÜNEŞ-DİL TEORİSİ'NİN BATI'NIN SÖMÜRGECİ DİLBİLİM PERSPEKTİFİNE KARŞI İDEOLOJİK ROLÜ

  1. DİL VE EDEBİYAT - TARİH
  2. MAKALE

Türk milletini ve Türk dilini, uygarlık tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz. -Mustafa Kemal Atatürk

Resimler

Batı’nın Sömürgeci Dil Anlayışı

İnsan topluluklarının dilsel çeşitliliği, insanın kökenine dair tartışmalarda her zaman önemli bir yer tutmuştur. Bu nedenle, Batı’daki dilbilimciler tarafından yürütülen dilbilim çalışmaları, insanın kökeni ve farklılıkları üzerine yürütülen tartışmaların Batı merkezli üstünlük ideolojileriyle birleşmesine zemin hazırlamıştır. Dilbilimin, bu entelektüel ve ideolojik sürecin şekillenmesindeki etkisi son derece belirleyicidir.

Karşılaştırmalı Dilbilim ve Hint-Avrupa Dilleri

Dil ailelerini belirleme amacıyla karşılaştırmalı yöntemlerle yürütülen çalışmalar, modern tarihî ve karşılaştırmalı dilbilimin doğuşuna temel oluşturmuştur. Karşılaştırmalı yöntem; farklı diller arasındaki ses, morfoloji ve sözcük yapılarına ilişkin sistematik benzerlikleri inceleyerek bu dillerin ortak kökenlerini ortaya koymayı amaçlar. Sapir’e göre bu tür çalışmalar yalnızca dil ailelerinin sınıflandırılmasına hizmet etmekle kalmaz, aynı zamanda dil tarihine ve kültürel ilişkilerin anlaşılmasına ilişkin teorik çerçevelerin geliştirilmesini de sağlar. 19. yüzyılda Hint-Avrupa dilleri üzerinde yapılan araştırmalar, modern dilbilimin metodolojik ve teorik temellerinin atılmasında belirleyici bir rol oynamıştır; bu süreç, dilin tarihî gelişimini ve insan toplulukları arasındaki etkileşimleri anlamada temel bir araç olarak kabul edilmiştir. Karşılaştırmalı dilbilimin kurucularından sayılan Franz Bopp; farklı dillerde yaptığı fonetik incelemelerle sesler arasındaki benzerlik ve farklılıkları belirlemiş, bu gözlemler sonucunda da Hint-Avrupa dillerinin ortak bir atadan geldiği varsayımını desteklemiştir. Bopp’un bu yöntemi, yalnızca dilin iç yapısını çözümlemekle kalmamış; aynı zamanda diller arasındaki hiyerarşiyi belirleme fikrini de güçlendirmiştir. Böylelikle dilsel incelemeler, sadece bilimsel bir araştırma alanı olmaktan çıkıp kültürel ve ideolojik anlamlar taşımaya başlamıştır. 19. yüzyılda bu bilimsel yöntem, sömürgeci pratiklerle doğrudan ilişkilendirilmiştir. Dilbilimciler ve misyonerler, karşılaştırmalı filolojinin sunduğu teorik çerçeveyi kullanarak sömürge topraklarındaki dilleri incelemeye yönelmişlerdir. Bu çalışmalar, yüzeyde bilimsel bir sınıflandırma çabası gibi görünse de özünde Avrupa merkezli bir dil hiyerarşisini yeniden üretmekteydi. Dillerin kökenini karşılaştırma yoluyla açıklamayı amaçlayan filoloji, Avrupa’nın sömürgeci ideolojisini meşrulaştıran bir araç hâline gelmiş ve dilsel bilgi üretimi, doğrudan sömürgeci iktidarın bilgi alanına dönüşmüştü.

Sömürgecilik, Avrupa’nın kendisini “ilerlemenin merkezi” olarak konumlandırdığı bir söylem çerçevesinde, çevreye doğru yayılan tek yönlü bir uygarlık hareketi gibi sunuldu. Bu yayılma, “medeniyet götürme” iddiasıyla haklılaştırıldı. Ancak Edward Said’in Oryantalizm adlı eserinde vurguladığı üzere, bu anlatı gerçekte bilgi üretimi üzerinden işleyen bir iktidar biçimiydi. Said’e göre Avrupa; Doğu hakkında oluşturduğu bilgi birikimiyle onu sürekli tanımlayan, sınıflandıran ve bu yolla kontrol altına alan bir söylem inşa etti. Dolayısıyla, “nesnel” görünümlü bilimsel bilgi, aslında Doğu’nun farklılığını sürekli yeniden tarif ederek sömürgeci düşüncenin devamlılığını sağlayan ideolojik bir araç hâline geldi. Dilbilim, bu sürecin odak noktasında yer alıyordu. Sömürge topraklarında hazırlanan dilbilim çalışmaları, Avrupa’ya geri taşınarak insanın kökeni ve çeşitliliğine dair tartışmalara dâhil edildi.

William Jones; Sanskritçe üzerine çalışmış ve bu dili Yunanca, Latince ve diğer Avrupa dilleriyle karşılaştırarak Hint-Avrupa dil ailesi fikrini geliştirmiştir. Ancak Jones’un çalışmaları yalnızca filolojik bir araştırma olarak kalmamış, dilsel bilgiyle sömürgeci otoriteyi birleştiren ideolojik bir projeye dönüşmüştür. Bu nedenle “oryantalist” olarak anılmış ve oryantalizmin simgesel isimlerinden biri hâline gelmiştir. Onun metinleri, Avrupa’nın köken anlatılarını yeniden üretmiştir. Jones, dilsel benzerlikleri Avrupa-merkezli bir entelektüel çerçevede değerlendirip sonuçları itibarıyla Avrupa’nın Doğu üzerindeki entelektüel etkisini pekiştirmiştir. Johann Herder ise dilin bir milletin doğallığını ve kültürel özgünlüğünü yansıttığını vurgulayarak farklı diller arasındaki çeşitliliği ve gelişimsel farkları anlamaya çalışmıştır; böylece dili, kültürel kimliğin korunması ve anlaşılması için bir araç olarak ele almıştır. Bu iki yaklaşım, Avrupa’nın insanlık tarihini kendi merkezinden yeniden yorumlama çabasına farklı biçimlerde katkı sağlamış ve dili hem kültürel kimliğin hem de iktidarın yeniden inşa edildiği bir alan hâline getirmiştir. Sonuç olarak dil, Avrupa içindeki ve sömürge coğrafyalarındaki hâkimiyetin meşrulaştırılmasında etkili bir ideolojik araç olmuştur.

Friedrich von Humboldt, dilleri kelime yapısı ve dilbilgisi biçimlerine göre dört temel tipe ayırmıştır: izole edici, yapıştırıcı, çekimli ve birleştirici diller. İzole edici dillerde (ör. Çince) kelimeler yalın hâlde kullanılır ve anlam sözdizimi aracılığıyla kurulur, yapıştırıcı dillerde (ör. Türkçe) ekler düzenli biçimde eklenir ve her biri tek bir işlev taşır. Çekimli dillerde (ör. Latince, Sanskritçe) ekler çok işlevli olup kökün anlamını değiştirir. Schlegel çekimli dilleri “organik” ve tarihsel olarak “gelişmiş” biçimler olarak tanımlamıştır. Birleştirici dillerde ise (ör. Inuit dilleri) tek bir kelime bir cümle kadar anlam taşıyabilir. Humboldt’un tipolojisi teknik bir sınıflama olmasının ötesinde dil ve toplum arasında organik bir bağlantı kuran bir düşünce sisteminin parçasıdır; bu bakış açısı, filolojiyi sadece dil kökenlerini inceleyen bir disiplin olmaktan çıkarıp kültürel ve entelektüel analizlerin aracı hâline getirmiştir.

Von Humboldt, Schlegel, Bopp ve Grimm’in öncülük ettiği karşılaştırmalı dilbilim çalışmaları, dillerin yapısını hem ulusal hem de küresel tarih anlatılarına dönüştürmüştür. Schlegel’in Sanskritçe, Farsça ve Avrupa dillerini “organik” ve tarihsel olarak “gelişmiş” olarak değerlendirerek bu dillerin dilbilgisi yapılarının diğerlerinden üstün olduğunu öne sürmesi; Avrupa merkezli bir üstünlük iddiasının dilbilimsel kılıfı olarak yorumlanabilir. Max Müller ise Aryan ve Hint-Avrupa söylemlerini entelektüel bir çerçeveye oturtarak bu dilleri medeniyetin taşıyıcıları olarak idealize etmiş ve modern Avrupa merkezli kültürel mitolojilerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Otto Jespersen, August Schleicher’in evrimsel dil anlayışını geliştirerek dilin gelişimini “verimlilik” ve “anlam taşıma kapasitesi” gibi ölçütlerle değerlendirmiştir. Hint-Avrupa dilleri bu ölçütlere göre en gelişmiş olarak konumlandırılmıştır. Ferdinand de Saussure’ün yapısalcı yaklaşımı ise tarihsel ve kültürel bağlamları dışlayarak evrensel bir model sunmuş ancak Errington’un belirttiği gibi dilin sömürgeci ideolojik işlevini görünmez kılarak bu hiyerarşik mirası dolaylı biçimde sürdürmüştür.

Dil, kültürel iktidarın taşıyıcısıdır. Her dil, dünyayı belirli bir biçimde görmeye ve anlamaya zorlar; dolayısıyla dilsel tercihler, epistemolojik bir yönelim de barındırır. Bu bağlamda Batı’nın modern dilbilim anlayışı; tarih boyunca kendi merkezini evrensel, diğer dilleri ise yerel ve ikincil olarak kodlamıştır.

Atatürk ve Dil

Atatürk’ün Türk dilini değerlendirdiği üç devre; aşırı özleştirmeciliğin hâkim olduğu “Tasfiyecilik”, ılımlı özleştirmeciliğin uygulandığı “Tereddüt” ve 1936’da Güneş-Dil Teorisi’nin ilânından 10 Kasım 1938’deki vefatına kadar süren, “özleştirmeyi reddedip yaşayan dile dönüş” devresidir. Bu son devrenin parolası Atatürk’ün “Türkçede kalacak kelimelerin aslında Türkçe olduğu izah edilmelidir.” sözünde ifadesini bulur. Böylece dil devrimi ile Türk dil milliyetçiliği, sadece Türkçeyi analiz etmekle kalmamış; bütün dünya dillerinin kaynağını ele alacak çok yönlü bir metodoloji geliştirmiş ve ulusal kimlik inşasında Türkçeyi merkezi bir araç hâline getirmiştir.

Cumhuriyet Dönemi Dil Politikaları

Bir söylem üretilir, topluma benimsetilir ve bu söylem aracılığıyla iktidar pratiğe geçirilir. Bu iktidar; bireysel, ulusal veya küresel düzeyde tesis edilebilir. Bu bağlamda, ulusal farklılıkları somut olarak yansıtan ve vazgeçilmez öneme sahip bir araç olan dil; ulusla ayrılmaz bir bağa sahiptir. Dil yalnızca iletişim aracı olmanın ötesinde, bir ulusun bireylerini birbirine yakınlaştırma veya yabancılaştırma gücüne de sahiptir. Uluslaşma sürecini yaşayan pek çok devlet, bu birleştirici işlevi artırmak amacıyla, dillerini özleştirme ve standart bir ortak dil oluşturma yönünde adımlar atmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin dil politikaları, bu genel yaklaşımın somut bir örneğidir.

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, ulus-devletin temel taşlarından biri olarak ortak bir kültür ve dil oluşturma çabası öncelikli hedef hâline gelmiştir. Başka uluslar da düşünce biçimlerini ifade etmek için dili biçimlendirmişken Türkiye’de bu amaç doğrultusunda 1 Kasım 1928’de Latin alfabesi temelli Türk alfabesi kabul edilmiş ve 3 Kasım 1928 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Böylece Osmanlı Türkçesinden, ulusal bir dil olan Türkçeye geçiş resmî olarak başlatılmış ve ulusal birlik için ortak dil inşasında ilk adım atılmıştır. Harf İnkılâbı, ulusal dil hedefi için atılan ilk adım olurken ikinci adım “dil özleşmesi” yönündeki çalışmalardır. Bu bağlamda Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş ve dil reformunun sistematik biçimde ele alınması için üç büyük Türk Dili Kurultayı organize edilmiştir.

Birinci Türk Dili Kurultayı (1932): Bu kurultay, ulus dili yaratma sürecinde planlı bir müdahalenin zorunlu olduğunu savunanlar ile böyle bir müdahaleyi reddeden grupları karşı karşıya getirmiştir. Kurultayda sunulan tezler üç ana başlık altında toplanmıştır:

1.      Türk dilinin oluşumu ve geçirdiği aşamalar,

2.      Türkçede yapılması düşünülen reformun genel nitelikleri,

3.      Türkçenin Hint-Avrupa ve diğer dünya dilleriyle ilişkileri.

Kurultay hem bilimsel tartışmalar hem de politika üretimi açısından bir forum işlevi görmüş fakat sunulan tezler dil politikalarını kökten değiştirecek etkiyi tam anlamıyla sağlayamamıştır.

İkinci Türk Dili Kurultayı (1934): Bu kurultay, Birinci Kurultay’da tartışılan meselelerin pratiğe geçirilmesini ve dil özleşmesi çalışmalarının sistematik hâle getirilmesini hedeflemiştir. Kurultayda özellikle Türkçeye giren yabancı kelimelerin yerli karşılıklarının üretilmesi ve dilde standartlaştırmanın sağlanması üzerinde durulmuştur. Bu yönde Atatürk, bizzat yeni kelimeler türetme çalışmalarına katılmış; “er”, “subay”, “kurmay”, “genel”, “özel”, “evrensel”, “kıvanç” gibi sözcükler onun katkılarıyla dilimize kazandırılmıştır.

Üçüncü Türk Dili Kurultayı (1936): Bu kurultay, Güneş-Dil Teorisi’nin kabulü ve resmîleştirilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Kurultayda, medeniyetin Orta Asya Türkleri tarafından yayıldığı ve Türkçenin dünya dillerinin kaynağı olduğu teorisi tartışılmıştır.  Şark filoloğu Viyanalı Kıvergić’in sunduğu 41 sayfalık basılmamış eser (La Psychologie de quelques elements des langues Turques) kurultayda aktif biçimde tartışılmıştır. Teoriye göre dildeki tüm kelimeler Türkçe kökenlidir ve yabancı gibi görünen kelimelerin Türkçeden türediği ispatlanmalıdır. Bu yaklaşım; tasfiyeciliği ve aşırı özleştirmeciliği durdurmuş, bazı kelimelerin zorunlu olarak değiştirilmesini engellemiş ve pratik dil çalışmalarına genişlik kazandırmıştır. Güneş-Dil Teorisi, tasfiyeciliği durdurmak ve Türkçeye derinlik kazandırmak hedefine ulaşmıştır.

Güneş-Dil Teorisi

Güneş-Dil Teorisi, dilin kökenine dair teolojik açıklamaları reddederek seküler bir yaklaşım ortaya koyar. Teorinin merkezinde, güneşin ilk insanlar için en yüce ve hayat verici varlık olduğu; dolayısıyla dilin güneşle ilişkilendirilen ses ve kavramlardan türediği inancı yer alır. Bu çerçevede, dilin doğuşunda ilk etkenin güneş olduğu varsayılır; ilk insanın güneşe bakarak çıkardığı “Aa” veya “ağ” sesi, Türkçenin birinci dereceden kökü olarak kabul edilir. Teoriye göre, ilk insanlar başlıca kavramlarını güneşten almış ve bunları güneşe verdikleri isimlerle ifade etmişlerdir. Bu kavramlar;

1.      güneşin kendisiyle ilgili kavramlar (esas, sahip, yücelik, kudret),

2.      ışık ve aydınlık,

3.      sıcaklık ve ateş,

4.      hareket, zaman, yer, toprak, hayat ve çoğalma,

5.      renk ve su,

6.      ses ve söz olarak sıralanır.

Dolayısıyla herhangi bir kelimenin etimolojik analizi, bu temel kavramlarla ilişkilendirilebilirdi.

Güneş-Dil Teorisi, dünya dillerinin tek bir kaynaktan türediğini öne süren monogenetik bir yaklaşımı temel alır ve bu kaynağın Türkçe olduğu iddia edilir. Teorinin dilbilimsel özgünlüğü sınırlı olsa da Atatürk ve teoriyi geliştirenler, teorinin Türkçenin tarihsel derinliğini ortaya koyabileceği ve dünya dilbilimine yeni bir yön kazandırabileceği düşüncesindeydi; bu yaklaşım, genç Cumhuriyet’in “muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefiyle doğrudan bağlantılıdır. Atatürk’ün ölümünden sonra teori sert eleştirilerle karşılaşmış; teorinin savunuculuğu aşırı milliyetçilik, ırkçılık veya kafatasçılıkla ilişkilendirilmiş ve hatta Hitler’in ideolojisiyle kıyaslanmıştır; bu eleştiriler Atatürk’ün yakın çevresi ve Türk Dil Kurumunu da kapsayacak şekilde yayılmış, bazı akademisyenler derslerini sonlandırmak zorunda kalmıştır. Fakat Atatürk; Türkçeyi dünyanın en eski dillerinden biri olarak görmüş, birçok dilin Türkçeden türediğini ileri sürmüş ve Güneş-Dil Teorisi araştırmalarının sürdürülmesini istemiştir. Teori; dilin kökenini, tarihsel derinliğini ve kültürel önemini ortaya koymayı amaçlayan bir araç olarak değerlendirilmiş ve böylece Atatürk’ün dil ve ulusal kimlik vizyonunun ayrılmaz bir unsuru hâline gelmiştir.

Hint-Avrupa Anlatısı Karşısında Güneş-Dil Teorisi’nin Önemi

Bu tarihsel arka plan içerisinde; Cumhuriyet’in ilk döneminde geliştirilen Güneş-Dil Teorisi, köken dil arama çabasının dışında Batı’nın “bilimsel merkez” iddiasına karşı sembolik bir direniş olarak okunabilir. Türkçeyi evrensel bir “köken dil” olarak konumlandırma çabası, yüzyıllardır süren Batı merkezli üstünlük anlatısına verilmiş kültürel bir cevaptır. Teorinin bilimsel geçerliliği elbette tartışılabilir ancak onun asıl değeri; Türk milletinin kendi tarihini, dilini ve kimliğini Batı’nın gölgesinden uzaklaştırma çabasında yatmaktadır.

Bu çalışmada amaç; Güneş-Dil Teorisi’ni savunmak ya da reddetmek yerine, onu modern bir mit ve kültürel bir direniş sembolü olarak anlamanın ufuk açıcı bir okuma sunduğunu göstermektir. Bu bağlamda teori; bir bilimsel iddiadan öte Türk milletinin özüne dönme, kendine ait bir anlam evreni kurma ve kendi ışığını bulma çabasının bir simgesidir. “Güneş” metaforu; burada hem bilgiyi hem de öz güveni, kendi aydınlığını varlığından türeten bir milletin ruhunu temsil etmektedir.

Teorinin ortaya çıkış nedeni, dilin girdiği “aşırı özleştirme” ve “tasfiyecilik” çıkmazından Atatürk’ün Türkçeyi kurtarma isteği olarak görülmektedir lakin Güneş-Dil Teorisi; Atatürk devrimlerinin ideolojik ve düşünsel temellerini anlamak açısından kritik bir öneme de sahiptir. Teori, ümmetçi anlayıştan milletçi anlayışa geçişi kolaylaştırmayı ve Batı karşısında kendini yetersiz hisseden Türk milletine öz güven kazandırmayı amaçlamıştır. Atatürk’ün teoriyi desteklemesinin gerekçelerinden biri, dönemin Türk aydınları arasında yaygın olan “Türkçe bilim, kültür ve sanat dili değildir.” veya “Türkler medeniyet ve kültüre katkı sunmamıştır.” gibi yanlış algıların yol açtığı aşağılık kompleksini ortadan kaldırmak ve onlara öz güven aşılamaktır. Bu çerçevede Yeni Türk Dil Tezi, kültürü tüm dünyaya yayan atalarımızın, Türklerin dilini merkeze almaktadır; yalnızca Ural-Altay dil familyasına dâhil diller değil, Hint-Avrupa ve diğer dil grupları dahi ana Türk dilinin birer lehçesi olarak değerlendirilmektedir.

Güneş-Dil Teorisi, Türk milletine öz güven aşılama amacını tarihsel derinlik arayışıyla da desteklemiştir. 1930'larda Cumhuriyet entelijansiyası, Anadolu'daki kadim medeniyetleri de Türk kültürüyle ilişkilendirme çabasındaydı. Bu dönemde yürütülen dilbilim çalışmaları, Sümer ve Hitit medeniyetlerinin dilleriyle Türkçenin köken bağlarını kurmayı amaçlayan tezlerle iç içe geçmiştir. Bu tarihsel bağlama çabası, Güneş-Dil Teorisi'ne sadece dilsel bir köken iddiası olmanın ötesinde Anadolu'yu Türk medeniyetinin beşiği olarak tarihsel anlatıya yeniden katma ve Batı'nın "uygarlığı kendinden yayma" tezine karşı Anadolu merkezli bir karşı anlatı oluşturma rolü yüklemiştir. Bu bütüncül yaklaşım, dil teorisini ulusal kimlik ve tarih tezi inşasının ayrılmaz bir parçası hâline getirmiştir.

Klasik Hint-Avrupa Dil Ekolü’ne bağlı birçok dilbilimci, “dilin kökeni” sorununu dilbilgisel bir mesele olarak görmek yerine daha çok felsefi bir çerçevede ele almış ve bu konuyu gereksiz saymıştır. Buna karşılık Güneş-Dil Teorisi, dil çalışmalarını felsefe ve sosyolojiyle bütünleştirerek disiplinler arası bir yaklaşım sunar. Teori, dünya dillerini belirli ailelere ayırmayı veya milletleri belli dil gruplarına dâhil etmeyi zorunlu görmez; çünkü klasik ekolün dillerin sınıflandırılması ve “ana dil” teorileri, sonraki bilimsel bulgularla temelden sorgulanmıştır. Klasik ekol; dilleri tek heceli, eklemeli veya çekimli olarak sınıflandırmış ve dilbilgisi ile sözdizimi karşılaştırmalarını sonraki aşamalarda değerlendirmiştir; buna karşın ekolün oluşumunda sömürgecilik, maddi çıkar ve dinî etkilerin rolü modern akademik çalışmalarda kabul görmektedir. Bazı araştırmacılar, kendi sınıflandırmalarının temelsizliğini sorgulamış; örneğin Ascoli, Hint-Avrupa ve Sami dillerinin ortak bir kaynaktan türediğini öne sürmüş; Tylor, Tomaschek ve Keppen ise Fino-Ugric dillerinin Hint-Avrupa ailesine dâhil olabileceğini savunmuştur. Bununla birlikte bazı dilbilimciler İskit, Sarmat ve Saka kavimlerini kanıt göstermeksizin Hint-Avrupa dilleri arasında saymaktadır fakat Latince ve Yunanca gibi dillerin temel kavramları bile birbirine benzememektedir. Çekimli yapıları nedeniyle Hint-Avrupa dilleri dünyanın en gelişmiş ve kültür yaratan dilleri olarak sunulmuştur ancak bu romantik yaklaşım aynı zamanda belirgin bir siyasi ve ideolojik boyut taşımaktadır.

Güneş-Dil Teorisi bilimsel çevrelerde geniş kabul görmemiş, zamanla akademik gündemin dışına itilmiştir. Viyanalı Kıvergić gibi bazı Batılı filologların dahi teoriye destek vermesi, Türk aydınları için öz güven aşılayıcı bir unsur olsa da bu destekler Batı akademik çevrelerinde çoğunlukla marjinalleşme ile sonuçlanmış ve ana akım dilbilim üzerinde kalıcı bir etki yaratamamıştır. Ancak mitlerin işlevi, doğruluklarından ziyade kazandırdıkları anlamdan kaynaklanır. Teorinin asıl değeri, aidiyet ve modernleşme sürecinde öz güven kazandırmasında yatar.

Cumhuriyet’in kurucu kadroları için dil, ulusun kimliğini taşıyan ve onu yeniden kuran bir unsurdu. Basında yayımlanan yazılar, kurultay tartışmaları ve dönemin akademik girişimleri; Türkçeyi evrensel sahnede yeniden konumlandırmaya yönelik bir çabanın göstergesidir.

Bu bağlamda Güneş-Dil Teorisi; bilimsel, ruhsal ve kültürel bir özgürleşme girişimidir. Türk milleti, Batı’nın kurduğu bilgi merkezine tâbi olmadan, kendi “güneşinden” doğan bir anlam dünyası kurma iradesini göstermiştir. Bu yönüyle Güneş-Dil Teorisi, kolektif bilinç dışında kökleşen bir yeniden doğuş mitinin toplumsal bir ifadesi olarak değerlendirilebilir; güneşin ışığında yeniden inşa edilen ulusal benlik, modernleşme sürecinde toplumun kendini yeniden tanımlama çabasını simgeler.

 

 

Kaynakça

Atatürk, M. K. (1935). Güneş-Dil Teorisi ulus dil yazıları etimoloji, morfoloji ve fonetik bakımından Türk dili (Yayına Hazırlayan: Doğu Polat), Alaca Yayınları.

Batmaz, V., & Batmaz, C. (2007). Atlantis’in dili Türkçe. Doğu Kitabevi.

Baykuş, B. (2020). Cumhuriyet Dönemi dil tartışmalarında Güneş Dil Teorisi [Yüksek Lisans Tezi]. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Çora, A. N. (2021). Atatürk: Kayıp Kıta Mu ve Türk Tarih Tezi-Güneş Dil Teorisi. Sonçağ Akademi.

Demir, G. Y. (2010). Türk tarih tezi ile Türk dil tezinin kavşağında Güneş-Dil Teorisi. Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi11(19), 385-396.

Errington, J. (2008). Linguistics in a Colonial World: A Story of Language, Meaning, and Power. Malden, MA: Blackwell Publishing.

Ferecov, A. (2018). ideolojinin dilin sosyal farklılaşmasına etkisi. Uluslararası Türk Lehçe Araştırmaları Dergisi (TÜRKLAD), 2(2), 129-135.

Genelkurmay Başkanlığı, (2011). Atatürk’ün Dil yazıları (sözlük çalışmaları). Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt (ATASE) Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay Basımevi.

https://tdk.gov.tr/dosyalar/TDD/2001s599/2001_599_09_O_F_SERTKAYA.pdf

İdris Karakuş, "Güneş Dil Teorisi", Atatürk Ansiklopedisi, https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/473/G%C3%BCne%C5%9F_Dil_Teorisi

İnan, A. (1936). Güneş-Dil Teorisi üzerine ders notları. İstanbul Devlet Basımevi.

Kıraç, Z. K. Language and ideology: semiologic transformation. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö13), 976-983.

Özdoğan, M. (2015). Türkiye’de ulus inşası ve dil devrimi (1839-1936)/natıon-buıldıng and language revolutıon in Turkey (1839-1936). Akademik Hassasiyetler, 2(3), 227-262.

Özmen, N. (2024). geçmişten bugüne bilim dili olarak Türkçe. Aydın Türklük Bilgisi, 10(1), 83-121.

Said, E. W. (2001). Şarkiyatçılık, çev. Berna Ülner, Metis Yayınları.

Sayılı, A. (1997). Bilim, kültür ve öğretim dili olarak Türkçe. Erdem, 9(27), 893-902.

Tankut, H. R. (1936). Güneș-dil teorisine göre dil tetkikleri.

Terzioğlu, S. (2024). Türk basınında Güneş Dil Teorisi tartışmaları [Yüksek lisans tezi], Ankara Üniversitesi, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü.

Uçan, H. (2007). Dilbilimsel kuramlar ve ideoloji. Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, 7(2), 199-226.

Yıldızlı, M. E. (2017). Güneş Dil Teorisi üzerine bir inceleme [Doktora tezi]. Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.