Kolektif Emperyalizmin Çöküşü
Soğuk Savaş sonrası inşa edilen ve ABD öncülüğünde şekillenen kolektif emperyalizm, Batılı değerlerin çok taraflı kurumlar aracılığıyla dayatıldığı bir tahakküm sistemiydi. NATO, AB, IMF, Dünya Bankası, USAID gibi yapılar yalnızca askeri ya da mali değil, aynı zamanda normatif bir düzenin taşıyıcı sütunlarıydı. Devletlerin iç siyasal yapıları dahi bu çok merkezli sistemin finansal ve yönetimsel mekanizmalarıyla yeniden biçimlendirilmişti.
Ancak bu yapının taşıyıcısı olan ABD, 2008 finansal krizinden bu yana kendi iç krizine gömülmüş durumda. Trump dönemiyle birlikte, ABD’nin NATO’ya, IMF’ye ya da küresel kalkınma fonlarına olan ilgisi dramatik biçimde azaldı. Afganistan’dan çekilme kararı kolektif güvenlik mimarisinin dramatik çöküşünü simgeliyordu. Washington artık evrensel değerler adına değil, “ulusal çıkarlar” ekseninde ve parçalı bir hegemonya stratejisiyle hareket ediyor.
Bu süreç sadece yapısal değil, ideolojik bir çöküşü de beraberinde getirdi. “Liberal demokrasi” söylemi artık Batı’da bile inandırıcılığını yitirmiş durumda. Yerini teknokratik vesayet rejimlerine ve popülist otoriteryenliğe bırakıyor. Kısacası kolektif emperyalizm hem içerden hem dışarıdan çözülüyor.
Avrasya Bloğunun Yükselişi ve Alternatif Düzen
Tam bu boşlukta yeni bir blok yükselişe geçti: Çin, Rusya ve İran gibi aktörlerin liderlik ettiği Avrasya Bloğu. Bu yapı, Batı'nın çok taraflı kurumlarının dışında kalarak kendi alternatif düzenini inşa etmeye çalışıyor. BRICS'in genişlemesi, Şanghay İşbirliği Örgütü’nün derinleşmesi ve Kuşak-Yol Projesi gibi girişimler bu alternatifin yalnızca ekonomik değil, jeopolitik ve normatif bir iddia taşıdığını gösteriyor.
Avrasya bloğu klasik emperyalizmi yeniden üretmiyor ama kapitalist. Aradaki temel fark ise Batı gibi ideolojik norm dayatmaması. Reel politiğe dayalı bu model, birçok otoriter rejim için daha cazip bir zemin sunuyor. Batı’nın “evrensel değerler”i karşısında, bu blok “güvenlik” ve “enerji” gibi somut çıkarlar temelinde meşruiyet inşa ediyor.
Türkiye’nin Sıkışmışlığı ve İmamoğlu’nun Sembolik Konumu
Türkiye tam da bu iki dünya arasında sıkışmış bir aktör. Erdoğan rejimi, Avrasya ve Batı arasında manevra kabiliyetiyle konumlanırken rakiplerini bu denklemde risk olarak görmeye başladı. Ekrem İmamoğlu’nun pozisyonu burada kritik: Ne tam olarak Batı’nın "piyonu" ne de Avrasya bloğuna entegre edilebilecek bir figür. AB yanlısı ama ABD'ye mesafeli, Batı değerlerine angaje bir siyasi çizgiyi temsil ediyordu. Geçiş anlarında gri alanlara yer olmadığı için böyle figürler sistem dışına itilir.
İmamoğlu’nun hedef alınması sadece yerel siyasetin değil, aynı zamanda küresel geçiş sürecinin de bir göstergesi. Yeni hegemonya mücadelesi artık normlar üzerinden değil; çıplak güç, çıkar ve yön tayini üzerinden yürüyor.
Batı’nın Sessizliği ve Çin’in Gözlemi
Bu gelişmelere Batı'nın sessiz kalması şaşırtıcı değildir. ABD zaten kolektif emperyalizmi terk etmiş durumda. Avrupa ise Rusya-Ukrayna savaşı, enerji krizi, demografik sorunlar ve iç siyasal dağılma nedeniyle refleks veremiyor. Bu boşluğu Erdoğan gibi figürler başarıyla kullanıyor. Buna karşılık Çin medyasının İmamoğlu’nun tutuklanmasına verdiği geniş yer aslında Avrasya bloğunun Batı’daki çöküş anlarını nasıl fırsata çevirdiğini gösteriyor.
Çin’in devlet kontrollü medyasında çıkan analizler, Batı’nın çöküşünü dramatize ederken Avrasya bloğunun meşruiyetini tahkim etmeye yöneliyor. Bu durumda İmamoğlu yalnızca Türkiye için değil, küresel propaganda savaşında da bir figür hâline geliyor.
Egemenlik Krizi ve Siyasal Alanın Belirsizleşmesi
Tüm bu gelişmelerin temelinde egemenliğin dönüşümü yatıyor. Yirminci yüzyılda devlet egemenliği, ulusal sınırlar içinde tanımlanabilir bir mutlak otoriteydi. Fakat kolektif emperyalizm döneminde bu egemenlik çok taraflı yapılar eliyle paylaşıldı. Brüksel, Washington ve OECD gibi merkezler ekonomik, siyasi ve yönetsel kararları belirleyen aktörler hâline geldi.
Ancak şimdi bu düzenin çözülmesiyle birlikte egemenlik boşlukta asılı kalıyor ve bu boşluk, halkın değil; merkezileşmiş, karizmatik, otoriter liderliklerin lehine dolduruluyor. Bu nedenle Türkiye’de yaşananlar yalnızca “otoriterleşme” değil, bir tür post-hegemonik düzenin belirsizliğidir.
Sonuç:
İmamoğlu Bir Belirti, Sonuç Değil
Ekrem İmamoğlu’nun siyasal alan dışına itilmesi bir rejim kararı olmanın ötesinde ölen bir dünyanın ve henüz doğamamış bir yenisinin ara dönemini simgeliyor. Bu geçiş süreci yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Gramsci’nin sözleriyle ifade edersek:
“Eski dünya ölüyor, yenisi doğmakta güçlük çekiyor; bu ara dönemde canavarlar ortaya çıkıyor.”
Bugün yaşadığımız tam da bu sancılı doğumun karanlık evresidir.