Logo

TÜRK KORKU ENDÜSTRİSİNİN KONFORLU ÇIKMAZI

  1. SANAT
  2. ELEŞTİRİ

Resimler

Türkiye’de bir korku filmi izleyeceksen senaryon hazırdır; bir muska, bir köy evi, kısık sesle konuşan bilge bir hoca, ürkek genç bir kadın, cinler ve sayısız jump scare[1]. 2000’lerin ortasından beri Türk korku sineması, neredeyse bu formüle hapsolmuş durumda. Her yıl onlarca yapım üretiliyor, bu yapımların isimleri değişse de içerikleri aynı kalıyor. Peki, bu ısrar neden? Seyirci gerçekten bu hikâyeleri sevdiği için sektör bu talebi mi karşılıyor yoksa cin temalı hikâyeler korku sinemamızı içinden çıkılamaz bir konfor alanına mı hapsetti?

Bu yazıda, Türk korku sinemasının neden tek bir yöne saplandığını, cin temalı filmlerin neden ve nasıl bu türü esir aldığını ve türün içine hapsolduğu bu çıkmazı inceleyeceğiz.

Türk korku sinemasında “cin çağı” 2004’te Hasan Karacadağ’ın Dabbe filmiyle başladı diyebiliriz. O zamana kadar Türkiye’de korku türü için denemeler olmuş olsa da bir korku kültürü yok denecek kadar azdı. Dabbe, korkuyu dini motiflerle birleştirerek hem tanıdık hem de farklı bir alan açtı. Düşük bütçeyle izleyicinin ilgisini çekti ve yapımcıya büyük paralar kazandırdı. Hâliyle diğer yapımcılar da bu formülü taklit etmeye başladı. Bugün geldiğimiz noktada cin temalı filmler neredeyse türün tamamını temsil ediyor.

Hemen yukarıda belirttiğim gibi bu filmlerin yaygınlaşmasının temel nedeni açık: Çok ucuza mal olmalarına rağmen yapımcısına güzel bir gelir kazandırmaları. Tanınmamış oyuncular, ücra köyler, birkaç -komedi dalında incelenmesi daha sağlıklı olacak olan- görsel efekt ve bolca jump scare… Düşük bütçeyle üretilen bu yapımlar, kemik bir alıcısı olması sayesinde kısa sürede masrafını çıkarabiliyor. Risk almaya gerek yok. Senaryo zayıf olabilir, oyunculuklar vasat, görsel efektler özensiz. Önemli olan “cin” var mı ve karakterimize musallat oluyor mu?

Ayrıca bu filmler izleyiciyle kültürel bir bağ kuruyor. Cin inancı, toplumda hâlâ çok güçlü. Özellikle kırsal bölgelerde cin hikâyeleri en büyük korku unsuru. Bunun farkında olan yapımcı ise her hikâyeyi “yaşanmış bir olaya” dayandırmayı da ihmal etmiyor tabii. Bir anlamda ekranda gördüğü şeyin tamamen kurmaca olmadığına inanmak korkuyu daha etkili kılıyor.

Bir tür kendi içinde gelişmezse kendini tekrar eder. Türk korku sineması da tam olarak bu noktada tıkanmış durumda. Cin temalı filmler yıllardır aynı anlatı yapısını kullanıyor: muska, büyü, cin musallatı, bilge hoca, finalde cin çıkarması. İzleyici artık sahneleri ezbere biliyor. Korku sahnesinin ne zaman geleceğini, hangi karakterin öleceğini, hangi kadrajda cinin belireceğini tahmin etmek mümkün. Bu da korkunun en temel gücünü, yani belirsizliği yok ediyor.

İzleyiciler de artık bu döngüyü fark etmiş durumda. Sosyal medyada sık sık bu filmleri tiye alan alaycı yorumlar yapılıyor. Tüm bu eleştirilere rağmen bu filmler hâlâ üretiliyor çünkü bu filmler her şeye rağmen hâlâ bir kemik kitleyi koruyor. Bu da sektörü cesur adımlar atmaktan alıkoyuyor.

Aslında Türkiye’de cin dışında korku üretme cesareti gösteren yönetmenler var. Örneğin Can Evrenol’un Baskın’ı, klasik cin formülünün tamamen dışında bir hikâye yaratarak hem stil hem atmosfer açısından uluslararası alanda da dikkat çekti. Ev Kadını (Housewife), Sahipli gibi daha deneysel ya da farklı korku anlayışlarıyla yola çıkan işler de oldu ama bu filmler ya sadece festivallerde görüldü ya da dar bir çevreye ulaştı. Çünkü Türkiye’de alternatif korku filmleri için hem finansman hem dağıtım desteği sınırlı.

Sorun sadece üretimde değil, aynı zamanda görünürlükte. Bağımsız ve yaratıcı yapımlar salon bulamıyor. Büyük dağıtımcılar “cinli değilse iş yapmaz” önyargısıyla bu filmleri desteklemiyor. İzleyici de ana akım dışında bir korku filmiyle karşılaşmadığı için farklı seçeneklerin varlığından haberdar olmuyor. Algoritmalar bile bu tür yapımları dışarıda bırakıyor.

Ayrıca medyada ve sektörde korku türü hâlâ hak ettiği saygıyı görmüyor. Korku filmi yapmak sözüm ona “gerçek sinemacı işi” sayılmıyor. Bu da yaratıcı yönetmenlerin bu türe yönelmesini engelliyor. Oysa korku, dünya sinemasındaki en yaratıcı alanlardan biri. Düşük bütçeye rağmen büyük fikirlerin anlatılabildiği ender türlerden.

Yani evet, alternatif var ama sistem görünürlük vermediği sürece bu alternatifler sessizlikte kayboluyor. Böylece Türk korku sineması tek sesliliğe hapsoluyor. Oysa korkunun doğası çok seslidir ve bu seslerin bastırılması, yaratıcı potansiyelin boğulması anlamına geliyor.

Korku sineması, yüzeyde belki birtakım canavarları anlatır ama derinlerde insanı çözer. İyi bir korku filmi sadece korkutmaz; bastırılanları, travmaları, toplumsal çatışmaları açığa çıkarır. Dünya sinemasında korku türü tam da bu yüzden güçlüdür çünkü izleyicinin karanlık tarafına temas eder. Türkiye’de ise bu potansiyel neredeyse hiç kullanılmıyor.

Evet; cin teması korkunun en kolay yolu ama bu türün asıl gücü cinlerde değil, görünmeyen ama hissedilen korkularda gizli. Mesela bazı toplumsal korkular üzerine düşünelim; ekonomik güvencesizlik, yalnızlık, kent hayatının baskısı, toplumsal cinsiyet rolleri, aile içi çatışmalar, geçmişle hesaplaşma... Bunlar Türkiye’de milyonlarca insanın gündelik korkuları. Sinemamız ise bu alanlara girmeye nadiren cesaret edebiliyor.

Oysa The Babadook, Hereditary, It Follows gibi filmler tam da bu soyut korkularla yüzleştiği için etkili. Travma, kayıp, kimlik arayışı, suçluluk gibi evrensel duygular korku atmosferinde işlendiğinde hem derinleşiyor hem de evrensel bir anlatıya dönüşüyor. Türkiye’de de bu alanlar anlatılabilir, hem de çok güçlü şekilde. Çünkü burası Türkiye ve burada korkacak çok şey var.

Korku türü bir devrim yaşayabilir. Yine düşük bütçeyle, bu sefer büyük sözler söyleyebilir. Ama bunun için önce yapımcıların ve yönetmenlerin türü ciddiye alması, klişeden uzaklaşması, seyircinin de yeni şeyler istemeye başlaması gerekiyor. Korku sadece gözleri kapattırmakla kalmaz, bazen gözleri açtırması da gerekir.

Türkiye’de korku sineması bir tür krizi yaşamıyor, bir anlatım krizi yaşıyor. Sorun; cinli filmler yapılması değil, hep aynı cinli filmlerin yapılması. Korkunun kaynağı değişmiyor, anlatı kalıplaşıyor, izleyiciye her seferinde aynı menü sunuluyor. Bu durum hem yaratıcıları kısırlaştırıyor hem de seyirciyi sıradanlığa alıştırıyor.

Oysa korku sineması hikâye anlatmanın en esnek, en derin yollarından biridir. Karanlıkla uğraşır ama ışık tutar. Türkiye gibi sosyal, ekonomik, kültürel gerginliklerin ve köklü bir tarihî geçmişin olduğu bir coğrafyada, korku türü çok daha fazlasını anlatabilir ama bunun için türün yüzeyine değil, derinine inmek gerekiyor.

Klişeyi kırmak zor ama imkânsız değil. Cesaret, yaratıcılık ve alternatif hikâyeler görünür kılındıkça Türk korku sineması yeniden canlanacak. Çünkü seyirci korkmak istiyor. Çünkü seyirci sadece aynı hikâyeden değil, yeni bir şeyden korkmak istiyor.



[1] Jump scare: Korku filmi, korku oyunu gibi yapımlarda ekrana aniden çıkan görüntülerle izleyici ya da oyuncuları korkutmayı hedefleyen tekniğe verilen isim.