Logo

TARHANA ÇORBASI VE DAĞ DÜŞLERİ

  1. DİL VE EDEBİYAT
  2. ÖYKÜ

Kış başında bir ton kömür yığarlardı kapıya,
Bazen görülen rüyalar gibi kapkara.

Resimler

Kasaba kütüphanesi. Yapılışının üstünden uzunca zaman geçtiği her hâlinden belli olan sarı boyaları aşınmış belediye binasının en üst katı. Hep soğuk ve karanlık, belli bir açılış zamanı olmayan, neye göre açılıp neye göre kapandığı bilinmeyen bir yer. Ne zaman açık olsa beyaz gömlekli, siyah kumaş pantolonlu; şosede, pazarda ya da köyün sünnet, düğün, hacı uğurlama ve karşılama gibi tüm müsamerelerinin yapıldığı kavağın dibi denilen köy meydanında görmediğim için yalnızca kütüphanede var olduğunu, orada yaşamını sürdüğünü düşündüğüm kütüphane memuru orada olurdu.

Kitap okumayı çok sevdiğimden okumayı söker sökmez sınıftaki dolapta duran beş on kitabı da bitirince kütüphaneye gider olmuştum. Okuldan koşa koşa gider, karanlık kütüphanede kendime uygun bir kitap arardım. O gün ninemin evine gideceksem mutlaka bir kitap bulmalıydım, yoksa sabah olmazdı.

Aslında orada gecenin uzaması için ninemin yalnız yaşayan yaşlı bir kadın olması elbette yeterli bir sebepti ama bunun yanında bir de ev, köyün en tepesinde çocuksuz birkaç komşunun bulunduğu köyün kendine has seslerinden de uzak bir evdi. Ne ara ara mahalle arasında küçük dolmuşla dolaşan dondurmacının sesi ne de camii hoparlöründen okunan ilanlar duyulurdu. Nadiren açılan televizyon ve bazı zamanlar ninemin yaşayıp yaşamadığını teyit etmek isteyen komşuların ünlemesi dışında yalnızca duvardaki ihtişamlı ahşap saatin tik tak sesleri olurdu. Saatin akrep ve yelkovanı o denli büyüktü ki orada zaten uzayan saniyeleri, dakikaları hantal gövdeleriyle ağır aksak dönmeye çalışırken bir kuvvetle de onlar uzatırdı sanki. Bu yüzden sanırdım ki ninemin evi yalnızca benim kitap okumam için var olmuştu.

Bazı günler mahallenin tüm çocuklarının hep birden sokakta olduğu günler olurdu. O günler aşağı mahalleye inerdik, dere kıyısına. Dere ta dağlardan başlar, köy altındaki mezarlığa dek uzanırdı. İki yanı göğe değecek kadar uzun servi ağaçlarıyla doluydu. Baharlarda karlar erimeye başlayınca olur da çok yağmur yağarsa sel akar, izlemesi pek ürkütücü olurdu. “Evvel bir zaman Efelerin koca karıyı alıp götürmüş bu derenin seli, fazla yanaşmayın ha!” diye korkuturlardı bizi. Bu yüzden sarı sıcak yaz günlerinde karşıya geçmemiz gerekirse hiç oyalanmadan dereye atlar, koşa koşa öbür duvara tutunup çıkardık.

Yine dere kenarında toplaştığımız bir kış gününde saklambaç oynamaya başladık. Naile yengenin damına saklanacak oldum, zaten üst katı bizim evimizdi. Bizim evimiz ama o süreçte annem hastanede olduğu için ev boştu, o ev de bizim gibi annemin iyileşmesini bekliyordu.

 Dama girdiğimde koca bir kangal ve yeni doğmuş yedi eniğini gördüm. Epey zamandır görmemiştim o köpeği. Yoktu ortalıkta. Sanki sonunu bilir gibi yine bizim mahalleyi seçmişti yavrularını dünyaya getirmek için. Hemen öbür çocukları çağırdım. Enikler o kadar acı bir ses çıkarıyorlardı ki onların sesinden anne köpeğin öldüğünü fark etmemiz zaman aldı. Yavruların aç olduğu her hallerinden belliydi.

Bir şeyler bulup doyurmalıydık ama ne bulacaktık ki bu kış gününde? Bizim eve çıkalım dedim ama evde kimsecikler yoktu ki. Buzdolabı tam takır. Biraz bakındık buzdolabının üstünde sofra beziyle örtülü kuru yufkalar vardı. Kurutulmuş gıdalara, baklagillere gözlerimiz ilişti. Hiçbirimiz yemek yapmayı bilmiyorduk. Hemen ne yapılırdı ki bunlarla? Bez keselerden birinde tarhana bulduk. Kışın tarhana oldu mu başka bir şey aranmazdı. Enikler de severdi elbet, mis gibi kuru biberli acı tarhana aşı. Daha ne olsun...

Aralarında en büyük ben olduğum için ben geçtim ocağın başına. Kesenin ağzını açtığım gibi tenceredeki suyun içine saldım. Şimdiye kadar kimsenin eline bakmamıştım, nasıl pişirilir bilmiyordum. Ne bir tutam tuz ne bir yudum yağ ne bir kaşık salça koymak aklıma geldi. Öylece kaynadı. Sonra avluda eski bir bakır çanak bulup çorbayı içine deviriverdik. Kuru yufkayı da koca koca parçalar hâlinde dumanı tüten tarhananın içine attık.

Daha gözleri bile tam açılmamış yavrular tatsız tuzsuz tarhanayı analarının sütünü emer gibi bir solukta iştahla tükettiler.

Köpeklerin, analarının ölüsünün yanında böyle iştahla o çorbayı içmeleri bana Yusuf dedenin cenazesini hatırlattı. Ninemin eteğinde cenaze evindeki insanların yüzlerine bakıyordum. Bir oda dolusu kadın, rahmetlinin ağlamaktan gözleri kan çanağına dönmüş karısını teskin etmişler, derin bir sessizlik hâkim olmuştu. İçlerinden biri ağlayan kadına “Acıyan yer ayrı, acıkan yer ayrı.” Diyerek sofradaki pidelerden birini tutuşturmuştu. Bu sözü ömrüm boyunca unutmayacağımı o gün bilmiyordum. Odadaki diğer kadınların da başları sallayarak onayladıklarını gören kadıncağız belki de ayıplanmayacağının nişanesini almış olmakla pideyi yemişti. Herhâlde bu ilahi bilgi köpeklere doğarken verilmişti. Yoksa nasıl yiyebilirlerdi analarının ölüsünün yanında?

Aklımdan bunlar gelip geçerken yavruları doyurmuş olmanın sevincini yaşıyorduk. Köpeklerinin kendilerine geldiğini gördükten sonra sıra onları ne yapacağımızı düşünmeye gelmişti. Sokağa salamazdık, orada bırakamazdık. Bu kış gününde hayatta kalmaları çok zordu. Paylaşacaktık. İkisini ben ve kardeşim alacaktık, iki tanesini Gülsünlerin çocuklarına iki tanesini de Aynıların çocukları alacaktı. Kalan bir yavruyu da Deli Emin’in bahçesine salacaktık, orada yiyecek bir şeyler bulurdu o enik de.

Biz alacaktık almasına ama ne yapacağımızı da bilmiyordum. Ninemin evine götürecektim ama ninem de istemezdi ki. Bağırırdı, tahammülü yoktu. Evinde zaten annesi olmayan üç çocuk vardı, şimdi bir de köpekler mi gelecekti? Kimsesizler evi miydi onun evi?

Götürdük, arka damda eski bir kuzine vardı, onun içine sakladık. O günden sonra her sabah okula gitmeden önce dama gider onlara bakardım. Ses çıkarmadan bekler, ben yaklaşınca kuyruğunu kımıldatırdı. Sanki benim onda gördüğüm benliğimi o da bende görüyordu. Yalnızca onun gördüğünü biliyordum.

Bir gün okuldan döndüğümde yine yanlarına koştum. Köpekler yoktu. Nineme sordum. “Kaçmışlardır neynesinler damda onlar?” dedi. Evin arka yanı uçurum, üst tarafı dağdı. Bazen babamla oralara gider, mantar toplardık ama hiç yalnız gitmemiştim. O an o kadar üzüldüm ki korkar mıyım, akşam olur mu, eve dönebilir miyim düşünmeden koştum.

Âşıklar Çeşmesi dediğimiz yere kadar gittim, sanki oralarda bir yerde bekliyorlarmış gibi. Bulamadan eve döndüm. Köpeklerle kısacık yoldaşlığımız da böylece bitmiş oldu. Sonradan öğrendim ki, ninem bir oğlan çocuğunun eline birkaç lira tutuşturup yavruları dağa attırmış. O günden sonra oğlan çocuklarını hiç sevmedim.

Yaşamdaki hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını da o kış bitmeden annemi bekleyişimizin imkânsızlığa ermesiyle anlamış oldum. Bu olayı takip eden yıllarda hep o köpekleri ve onlara benzeyişimizi düşündüm. Onları dağda kaybedişim bana dağları sevdirdi.

Gözle görülmez, kulakla işitilmez; dağlarda erenler sırrı vardı.

Görmüyordum ama oradaydılar.