Nasıl dünya bir yıl boyunca bin iklime bürünüyorsa kalpler de bir günde bile bin hâle giriyor. Tabii bunda doğanın, onun içinde de mevsimlerin hatırı sayılır bir payı var. Uzunca bir yolda öylesine yürürken gördüğümüz bir ağaç; sonbaharda başka, ilkbaharda başka sirayet eder içimize. Yazın gördüğümüzde gönlümüzü genişleten o parıl parıl gök, bir yerlerden selam getirir gibi duran bulutlar; kışın kalbimizi mengeneye kısılmış gibi sıkıştırır. Bazı günler hava “tanıdık bir gün” gibi kokar, birden başka bir zamana götürüverir. Bunların hepsi mevsimler ve hissettirdikleriyle ilgilidir aslında. Bir yaz gecesi ığıl ığıl esen o rüzgârın insanı ilk gençliğine götürmesi gibi…
Bazen durup düşünüyorum, en çok hangi mevsimi sevdiğimi seçemiyorum. Sonbaharı elbette seviyoruz, dünya kuruldu kurulalı zaten edebiyatla çok yormuşuz onu. Hâlâ da yoruyoruz. Kışın o ruhumuzu donduran soğukları gelmeden yapılan yürüyüşler… Ağaçtan kopan bir yaprağı gözümüzle takip edip yerdeki yaprak yığınına iliştirişler…
Kış bana insanın kendi kendine yetişini, kendine dönmesini, kendini dinlemesini hatırlatıyor. Kış gelince en çok kendimizi dinliyoruz aslında. O kalabalık, kendimizi dinlemeye vakit bulamadığımız yazdan ve her şeye yeni baştan, eksiksiz başlama isteğinin bir telaşla bizi esir aldığı sonbahardan kurtulmanın ferahlığı bize bağışlanıyor bana göre kışları. Sıcacık köşeler, kısa günler, uzunca akşamlar ve dinginlik. Bu kez en başa dönüp yeni yazlar, baharlar ve güzler için yeni umutlar dizmek için bolca vakit buluyoruz. Bu dinginliğin içinde kalmak da ayrı bir çaba istiyor çünkü bir orada da yine bekleyiş ortaya çıkıyor: Baharı beklemek.
“Bahar gelsin şu dağlara gideyim/Belki derdimize çare bir çiçek.” diyen Aşık Reyhani gibi, Halide Nusret’in “Gel Bahar” diye çağırdığı gibi… Üstelik Halide Nusret, çok da zaman geçmeden “Git Bahar” diyor. Bu iki şiiri bu kadar içselleştirmemin bir sebebi de mevsimlere dair hissettiklerimi bu şiirlerle bağdaştırmamdı zaten.
Mevsimleri özlüyorum, mevsimlerin uyandırdığı başka başka duyguları çok seviyorum. Zaman zaman mevsimlerden yorulduğum da oluyor. Kimi zaman her mevsimin kendine has yükümlülükleri yoruyor beni. Yaz boyunca bunu düşündüm. Yaz; neşe, kahkahalar, balkonlar, ılık rüzgâr, envaiçeşit meyve ve daha pek çok güzel şeyi hatırlatıyor aslında. Ama bir süre sonra o koşuşturma arasında çöküp “Ben kendi iç sesimi duyamıyorum bu mevsimde!” diye ağlamak istedim. Sonra geçti.
Bahar, yaşama dair inancımızın kahverengi dallardan yeşerebileceğini gösteren bir mucize gibi gelir. Badem çiçekleri, kiraz çiçekleri bize “Bütün saadetler mümkündür.” diye fısıldar sanki. Yaşama dair sırların pek çoğunu dikkatli bakınca mevsimlerde görebileceğimize inanıyorum. Her baharda her sonun bir başlangıcı olduğunu mırıldanıp mutlu olurken yaz sonunda aynı cümleyle bir bitişi kabullenmek de bundan. Zamanın çizgisel değil döngüsel olduğunu idrak etmek de…
Belki de mevsimler gerçekten kalplerimizi hâlden hâle koymak için vardır. Hiçbir şeyin sonsuza dek sürmediğine; zamanın, duyguların, kâinatta yaratılan her varlığın gelip geçici olduğunu anlamak, görmek için en somut kanıt olarak görüyorum ben mevsimleri.
Fakat okuyucular üzülmesin. Kış, kıyamet, fırtına, boran… Hepsi gelir geçer, kadim milletimizin türküde dediği gibi elbet:
“Doğar Yaz Ayları.”
