Logo

BENGİ-SU

  1. DİL VE EDEBİYAT
  2. ÖYKÜ

وَاللَّهُ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ
Allah gökten bir su indirdi ve onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat verdi. Şüphesiz ki bunda dinleyen bir millet için büyük bir ibret vardır.

Resimler

Dilmun ülkesinde iki tür korku vardı. Birincisi suların kirlenmesi, ikincisi Yeraltı Dünyası’nda esir kalmak. Çocuklar yıkandıktan sonra suya dönerek hafif eğilir, minnettarlıklarını gösterirlerdi. Yılda bir kere su ve suyun nimetlerini esirgememesi için kurban kesilirdi. Her korkulanın başa geleceği bilindiğinden bir gün bu güzel ülkeye de Yeraltı Dünyası’nda bile barınamayacak kirlilikte insanlar geldi. Halk bu insanlara suyu gösterdi. Temizlenmelerini istedi. Kirliler istemedi. Halk onlara su ile yapabilecekleri yemekleri gösterdi. Kirliler beğenmedi. Halk “Bu ülkede suya saygı duyulur, hayatın kaynağı sudur.” diye tane tane anlattı. İnanmadılar ama gitmediler de. Yavaş yavaş yerleştiler. Kirlilerin de artık kendilerine ait bölgesi olmaya başladı.

Bir bahar sabahı güneşin ışıkları tahılları parlatırken Maira kapının önünde saçlarını örüyordu. Erken uyanmış, kimse uyanmadan yıkanmış, saçlarını kurutmuş ve yeni elbisesini giymişti. Bugün onun için önemliydi çünkü şehir merkezinde düzenlenen panayırda görev alacaktı. Ailesinin buna onay vermesinin en büyük sebebi bu yıl istedikleri verimde hasat yapamamış olmaktı. Su tanrısının onlara kızdığını, bir hata yaptıklarını düşünüyorlardı. Bir kurban adamak için de para lazımdı. Maira orada kendi elleriyle ördüğü örgü sepetlerini, rüya kapanlarını satacaktı. Babası uyanınca hızlıca eşyaları alıp panayır alanına geçtiler. Ne şenlikti ama. Her yer rengârenkti. Türlü baharatların kokusu, insanların sesleri… O eğlenceli gürültü Maira’nın başını döndürmüştü. Burada yaşamayı oldu olası severdi ve bir gün evlenirse çocuklarının da bu neşeyle büyümesini isterdi.

Tezgâhın üstünü düzenlerken yan tarafta Kirliler’den birinin tezgâhının olduğunu gördü. Kirliler her türlü kendini belli ediyordu. Bağırarak konuşuyor, karşısındakini dinlemiyor ve nadiren yıkanıyorlardı. Bu sıcak şehirde günaşırı yıkanmak bile bazen yetmezken nasıl duruyorlardı merak ediyordu Maira. Kibar davranmak adına tezgâhın kenarına yaslanmış kadına başıyla selam verdi. Kadın da tebessüm etti. İyi biriydi belki de. Gün sonunda babası kalan 3-5 sepeti toplayıp eve dönerken Maira arkadaşlarının ısrarıyla buzlu şerbet içmek için alanda kaldı.

Babası gideli yarım saat olmuş ya da olmamıştı ki bir kargaşa koptu. Yan komşularının oğlu Naresh, Kirliler’den birinin oğluyla kavgaya tutuşmuştu. Araya girenler oldu fakat Naresh yapılıydı, durdurmak güçtü. Maira, Kirliler’in oğlunun bıçağa uzandığını gördü. Koşarak müdahale etti ama çocuk Maira uzanamadan bıçağı aldı. Maira çığlık atarak engel olmaya çalışırken bıçağın kendisine saplandığını anlayamadı bile. Uyandığında başka bir yerdeydi. Korkunun diyarında, Yeraltı Dünyası’nda.

***

Gözlerini karanlığa alıştırmaya çalıştıktan sonra etrafı keşfetmeye çıktı. Hafif bir ışık geliyordu ama kaynağını çözmek çok zordu. Ses duymak için çabaladı, müthiş bir sessizlik hâkimdi. Epey yürüdükten sonra kapıya benzer bir yerden ağaçlık alana çıktı. Bahçeyi görünce ferahladı. Çok da kötü değildi o hâlde burası. Anlatılanlardan daha farklıydı. Farklı böcekler görüyordu, Dilmun ülkesinde hiç görmediği yemişler vardı ağaçlarda. Korkusu yoktu. Yaşarken yaşadığı hiçbir tedirginliği barındırmıyordu üzerinde. Ağaçlar arasında bir grup insanın oturduğunu gördü. Onlara doğru yürüdü, seslendi, kimse dönmedi. Biraz daha yaklaşınca yüzlerinin üstünde hiçbir uzuvlarının olmadığını gördü. Maira’yı görmüyor, duymuyor ve fark edemiyorlardı. Ölü değillerdi ama ne oldukları da belli değildi. Yanlarında kirli sular vardı. İkinci korkusu da buydu yaşarken. Korktum mu diye kendini kontrol etti. Korkmamıştı.

Maira’nın hesabına göre orada 7 yıl kaldı. Kendi ülkesinden ölenleri karşıladı. Başka insanlarla tanıştı ve Yeraltı Dünyası’nın onları cezalandırmasına şahit oldu. Naresh de birkaç yıl sonra gelmişti. Ülkelerinde Kirliler’in çıkardığı iç savaşta ölmüştü. Naresh’le çok iyi vakit geçiriyordu ve onu seviyordu. Hiçbir şey uzun süre düzenli gitmezdi, Maira bunu öğrenmişti. Su kenarında otururken karşılarına bir yaratık çıktı. Yaratık, çirkin yüzüne rağmen temiz duruyordu. Sohbet etmeye başladı Maira’yla. Naresh mesafeliydi ama yaratık önemsiyor gibi değildi. En sonunda yaratık onlara bir teklif sundu. Tekrar Dilmun ülkesine dönecekler ve orada evlenip, çocuk sahibi olacaklardı. Tek bir şart vardı. Dilmun ülkesini artık Kirliler yönetiyordu. Kirliler’in liderinin çocuğunun ruhu lazımdı yaratığa. Çünkü Kirliler arasında bir tek onun ruhu farklıydı. Maira bir çocuğa zarar veremeyeceğini söyledi. Naresh ülkenin eskisi gibi olup olmayacağını sordu. Yaratık tereddütsüzdü. “Çocuğun ruhunu alınca size ülkenizi hediye edeceğim.” dedi. Naresh ve Maira uzun uzun düşündüler. Bir şeylerden fedakârlık yapmaları gerekiyordu. Teklifi kabul ettiler.

Döndüklerinde ülkeleri tanınmaz hâldeydi. O güzel, tertemiz memleketin yerini çöpler almıştı. Dağınıktı, kokuyordu. Sanki güneş bile buraya ışık göndermek istemez gibi bulutların arkasına saklanmıştı. Naresh ve Maira sokaklardaki perişanlıktan utanarak yürüdüler. Büyük meydana gelince Kirliler’in liderinin çocuğunu, onun için yapılmış özel bir alanda oyun oynarken buldular. İçeri girmek zordu ama Naresh bu kısmı soğukkanlılıkla halletti. Oyun sahasındaki çocuğun yanına gittiler. Güzel bir çocuktu, sevimliydi. Maira eğilerek onunla sohbet etti. Çocuğun annesinin kendi memleketlisi olduğunu, hatta akrabası olduğunu anladı. Çocuk annesinin öldüğünü söylemişti ama kadın Yeraltı Dünyası’na gelmemişti. Çocuğun ruhunu yaratığa vermek için onunla saklambaç oynamaya karar verdiler. Ulu Kayın’ın önüne kadar geldiler. Ağaç tükenmiş, dallarını toprağa bırakmıştı. Susuzdu. Maira çocuğu kucakladı. Ona güzel sözler söylerken Naresh çocuğun koluna bıçakla bir çizik attı. Kan, Ulu Kayın’a damlayınca ağaç hareketlendi. Çocuk ağlıyordu fakat etraf yeşilleniyor, güneş yeniden parıldıyordu. Ağacın ortasından bir su akmaya başladı. Bu su yere değdikçe bir sarsıntı oluyordu. Yaratık karşılarında belirdi. Yüzünün şekli farklıydı ve sanki gittikçe daha da normalleşiyordu. Yaralar, kesikler geçiyordu. Yaratık bir insana dönüyordu. Tanıdıkları bir insana. Dilmun ülkesinin kraliçesine…

O kadar kötü bir hâldeydi ki yaratığın kadın olduğunu bile anlamamışlardı. Kraliçe çocuğu kucakladı, “Oğlumu kurtardığınız için size minnettarım!” dedi. Maira iç savaşta ne olduğunu yeni yeni anlıyordu. İnsanlar öldürülmüştü. Kirliler’in lideri, Dilmun kraliçesini esir etmişti. Kim bilir ne işkencelerle öldürmüştü. Tabii kraliçe direnmiş ve sarayı iki kere yakmaya çalışmıştı. Yeraltı Dünyası’nda o sarayda ölen masum çalışanlar için cezalandırılmıştı fakat ona ülkesini kurtarma fırsatı verilmişti. Şimdi de ülkesi için tekrar tekrar ölmeyi göze alıyordu. Ulu Kayın ona bengi-suyunu armağan etmişti, çocuğunun ruhunu armağan eden bir anneydi o. Ulu Kayın, onurun bekçisiydi. Onursuz milletlerin Ulu Kayın’ı olamazdı.

Bugün savaş vardı. Belki bir yıl sonra panayırda çocukları eğlendirmek mümkün olacaktı. Belki Yeraltı Dünya’sında hep beraber oturacaklardı ama kanlarının son damlasına kadar mücadele edeceklerdi. Ağacın yanından bir bir ülkeleri için savaşanlar çıkıyordu. Yeraltı Dünyası kapısını açmıştı artık. Naresh ve Maira el ele okuyarak yürüdüler:

Göklerde duran Utu,
yeryüzünden, yeryüzünün su kaynaklarından size tatlı su getirsin,
Suyu büyük havuzlarınıza çıkarsın ,
Kentinize bolluk suyunu içirsin,
Dilmun’a bolluk suyunu içirsin.

Bir Ak Ana var idi, yaşardı su içinde
Ülgen'e şöyle dedi, göründü su yüzünde

Yaratmak istiyorsan sen de bir şeyler Ülgen
Yaratıcı olarak şu kutsal sözü öğren
De ki “hep yaptım oldu”, başka bir şey söyleme
Hele yaratır iken “yaptım olmadı deme”
Ak Ana bunu dedi, suda kayboluverdi
Denize dalıp gitti, bilinmez n'oluverdi.